Hayatımın en yorucu yolculuğundan sonra Malezya ‘nın Kuala Lumpur şehrine doğru yol alıyordum. İki haftadır dünyanın içinde gezmesi en zor ülkelerinden biri olan Sri Lanka ‘dan adeta bir survivor gibi çıkmış, Kuala Lumpur ‘da bir kaç gün rehabilitasyon yapmayı planlıyordum. Türkiye ‘den yola çıkalı 20 küsür gün olmuş ve ben artık yavaş yavaş alışmaya başlamıştım.. Yalnız şu koca dünyadaki tesadüf manyaklığı Malezya ‘dan sonra benim hiçbir şeye şaşırmamama neden olacaktı.. İnanın çok ciddi söylüyorum, bazen rüya gördüğümü düşünüp gidip yüzümü yıkadığım, hatta kimseye çaktırmadan kendimi cimciklediğim oluyordu.
Sri Lanka ‘dan tertemiz bir uçuşla Malezya ‘nın metropolü, gökdelen yuvası ve dünyanın en yüksek ikiz kulesine sahip (artık ikinci) Kuala Lumpur şehrine varmıştım. Kendimi şoklamak için mi yapıyordum bunu bilmiyorum ama vahşi ve gelişmemiş ülkelerden ayrıldıktan sonra gelişmiş büyük şehirlere gitmeyi tercih ediyorum. Biraz nefes alıp, düzgün yemek yiyebilmek ya da insanlarla külfetsiz iletişime geçebilmek istiyor, bu şekilde şarjımı depoluyor ve ben bir sonraki hardcore yolculuk için kendimi hazır hissedebiliyordum. Sigiriya ‘da bir restorantta oturup yemeğimi yerken fillerin yanımdan geçmesine alışmış adamdım, artık maymunlarla çat pat iletişim kurmayı bile öğrenmiştim derken, hop bir sürü bina yığını, kornalar, takım elbiseler ve büyük bir şehir..
Havaalanın’dan akşam 4’e doğru çıkıp, otobüse atladığım gibi şehir merkezinde buldum kendimi. Üstüne koca bavulumla, köyden (Sri Lanka) indim şehire (Kuala Lumpur) misali 20 dakika boyunca kalacağım hostele doğru yürüdüm. Chinatown göbeğindeki hostelime kendimi attığımda artık yumuşak bir yatak, sıcak bir su özlemiyle japon çizgi filmlerindeki çocuklar gibi gözlerimi açarak bakıyordum resepsiyonist hanım efendiye. “Sizde sıcak su vay mı abla?”
Çantamı yerleştirmeden bir kenara fırlattım ve kıyafetlerimle klimalı odada yatağa attım kendimi. Öylece 3 gün uyumak istiyordum. Derken resepsiyonist beni takip etmiş başımda ciyaklıyordu.
-Pardon, burda bir Türk daha var biliyor musun?
+Hadi ya. Ben bir yatıyım uyanınca bana hatırlatır mısın tekrar? (takılıyorum)
-Anlamadım?
+Nerde Türk arkadaş?
-Hemen arkada gel hadi.
Yaklaşık bir aydır, bir tane bile Türk görmemiştim. Ne Lübnan ‘da ne de Sri Lanka ‘da.. İngilizce’nin ağzımda bıraktığı tattan hoşlanmamaya başlamıştım ve gerçekten artık biraz Türkçe konuşma isteğim vardı.
-Merhaba dostum.
+Aaa merhaba (gülüyor) Türk müsün?? (yemin ederim onun da gözlerinin içi güldü, içimden sanki sen gezdin 15 gün Sri Lanka ‘yı diyorum)
-Evet Türküm. Çağatay ben.
+Mert ben de. Memnun oldum. Napıyorsun nereden geliyorsun?
-Sri Lanka’daydım bir süredir. Şimdi geldim şehre. Ya sen?
+Ben de Sri Lanka’daydım bir aydır, uzun süre sonra ilk defa Türk görüyorum. ( 😀 )
Böyle başladı Mert ile sohbetimiz. Tabi bu sadece başlangıçtı. Mert ile hemen hemen aynı tarihlerde yola çıkmışız. O da benim gibi Uluslararası İlişkiler mezunu ve işinden istifa ediyor, benim gibi bir orta doğu ülkesinden Bahreyn’den başlayıp Sri Lanka’ya geçiyor. Oradan da Malezya’ya, yine benim gibi. Malezya sonrası da benim gibi Tayland’a geçecek.. O yorgunlukla uzanmadan tam bir saat ayakta muhabbet ediyoruz. Çünkü hakikaten çok ilginç. Sri Lanka ‘dan sonra tamamen aynı duyguları paylaşıyoruz. Mert aşırı yorgun ve hastalanmış, bir haftadır Kuala Lumpur ‘daki hostelde dinleniyor. Yemek için hostelin altındaki çin restorantına gitmekten başka bir aktivite yapmıyor 😀
Ben de zaten yorgunluktan ölüyorum ve tembellik yapmaya bahane arıyorum. Akşam 5 gibi hostele gelmeme rağmen o gün hiç dışarı çıkmıyor hostelde ertesi sabaha kadar pinekliyorum. Bir saat kestirdikten sonra laptobumu alıp ortak alana geçeyim derken, tanıdık bir ses duyuyorum arkamdan..
-Heeeeeyyy. Çaataaaaaay!
Arkamı dönüyorum ve bakıyorum ki ne göreyim.. Sri Lanka ‘nın Hikkaduwa şehrinde aynı hostelde kaldığım İran’lı manyak, Malezya ‘ya gelmiş, hatta Kuala Lumpur ‘a gelmiş ve benimle aynı hostelde kalıyor. Daha 3-5 gün öncesinde Sri Lanka ‘da sürekli başımı şişiren , istekleri bir türlü bitmeyen Amin geliyor kilometrelerce ötede yine karşıma çıkıyor. Bana kaderimin bir oyunu mu bu?
-Hey Amin, nasılsın dostum?
+Harikayım ben. Seni hangi rüzgar attı buraya? Ne yapıyorsun? Ne zaman geldin? Yarın nerelere gideceksin? Beraber gezelim mi? Akşam yemeği yedin mi? Laptobunu kullanabilir miyim? …………… Hangi odada kalıyorsun?
Allahım.. Ben buraya dinlenmeye, rehabilitasyona gelmiştim. Ne günah işledim? diye düşünüyordum. Türkiye ‘yi baştan aşağı dolaşan Sinop Boyabat ‘a falan giden bu manyak, sorduğu soruların cevabını beklemeden ardı ardına sorular soruyordu.
-Amin, dostum çok yorgunum. Daha bir iki saat önce geldim ve biraz laptopta işlerimi halletmek istiyorum, bitirince konuşuruz olur mu?
+Tamaam tabiii tabii, hangi odada kalıyorsun?
-İyi geceler.
Soldaki bölmeye gider gibi yapıp sağ tarafa kaykıldım, izimi kaybettirme çabası içerisinde.. Mert ‘in yanına gittim.
-Mert, inanmazsın ne anlatıcam sana.
+Noldu?
-Ya Sri Lanka ‘da Hikkaduwa ‘da hostelde İran’lı bir çocukla tanışmıştım, sürekli konuşuyor, nefes aldırmıyordu. O çocuk şuan burda aynı hostele gelmiş bu nasıl bir iştir..
+Amin mi? Hani şu sürekli isteklerde bulunan çocuk?
(Ben kahkahayı basıyorum bu noktada.. aynı şeyi sadece bana yapmıyormuş demek ki)
-Evet 😀
+Ya evet, ben de Sri Lanka ‘da tanıştım onunla, istekleri hiç bitmiyor, sürekli kaçıyorum ondan.
Yani durum şöyle.. Hem ben hem Mert Amin ile Sri Lanka ‘nın başka şehirlerinde başka hostellerde tanışıyoruz. Daha sonra üçümüz birden birbirimizden habersiz Malezya ‘da , aynı şehirde, aynı hostelde oda tutuyoruz.. Bir insanla ikinci kez karşılaşırsanız bu kesinlikle kaderdir ve o insanın sizin kitabınızda en az bir sayfası kesinlikle olur.. bu tamamen benim düşüncem. Hatta bazen bir insanı ilk defa gördüğünüzde, onunla daha sonra ortak bir hikaye yaşayacağınızı ya da o insanın ilerde hayatınızda bir yer edineceğini hissedersiniz ama anlık saniyelik bir histir ve üzerinde düşünmeye vakit bile bulamazsınız.
Hayatım boyunca çok az insana ilk görüşte kanım ısınmıştır. Mert de bu insanlardan bir tanesi. İnsan kalitesini, eğitimini konuşması ile, hareketleri ile hemen belli ediyor. O da böyle candan tabiri caizse “on numara” insanlardan bir tanesi. Ki tesadüfler benim de tahmin ettiğim gibi bununla kalmıyor.. Mert ile daha sonra Tayland’ta Krabi eyaletine henüz varmışken sokakta karşılaşıyoruz.. Ertesi gün bütün gün boyunca beraber takılıp geziyoruz. Haftalar sonra bu kez Bangkok şehrine tesadüfen aynı anda gidiyoruz ve bu sefer haberleşip yine beraber takılıyoruz 😀 Kısa zamanda çok sevdiğim arkadaşlarımdan birisi oluyor Mert. Daha sonra Türkiye ‘den çok çok iyi bir iş teklifi aldığı için, bu işin cazibesine dayanamayıp ruhunu satıyor ve Türkiye ‘ye geri dönüyor.. Eğer dönmeseydi, ikimizde yüzde bir milyon emindik ki bütün yolculuğumuz boyunca sürekli aynı ülkelerde karşılaşacaktık.. Geleceğe flashback yaptıktan sonra şimdi tekrar yukarıdaki bölümün devamına geçeyim..
Amin ‘den yakayı sıyırdıktan sonra uzun uzun muhabbet ediyoruz. Hasta olduğu için yarın dışarı çıkmayacağını yatıp dinleneceğini söylüyor ama sonraki gün beraber dolaşmak için sözleşiyoruz. Daha fazla tesadüf yaşayıp şoklanmamak için artık yatağıma gidip derin bir uyku çekiyorum. Geç kahvaltı için uyanıp hostelin güzel rooftop terasına geçiyorum. Ufaktan bir cümbüş yaratan bir grup var. Ben de uyku sersemi sosyalleşmek istemiyor, sadece guruldayan midemi susturmak için hostelin bedava kahvaltı dediği reçelli ekmeğini gömmek istiyorum. ama tabi kendimi kurtaramıyorum..
-Hey dostum! Sen. Nerelisin?
+Yüzümde Bruce Wills gülümsemesi ile “Türkiye” (evet Türkçe söyledim, genelde Türkçe söylüyorum. Turkey dedikten sonra yabancıların aptal hindi şakalarını çekecek dermanım kalmamıştı artık)
-Aman tanrım! Merhabaaa Merhabaaa arkadaşşş, nasılsın yaa? (Türkçe söylüyor)
Allah’ım.. Ben buraya gerçekten dinlenmeye geldim. Lütfen, ne günah işlediysem, şöyle saatince ateşe oturayım, çilem bir anda bitsin, uzun zamana yaymayalım -diyorum.
+haha. çok güzel. (muhabbeti kesmek için aksine ingilizce konuşuyorum. normalde hostellerde sosyal olmayı severim ama anlayın beni, dermanım yok ve bugün bir buçuk saat ötedeki Batu Caves’e gitmeyi düşünüyorum)
-Dostum ben Türkiye’de 4 ay kaldım biliyor musun?
Demesi ile birlikte yaklaşık 2.5 saat sürecek bir muhabbetin kapısı aralanmış oluyor.. Aslında aşırı sempatik, bonus saçlı, tombalak bir Faslı kendisi. Dünya’da ayak basmadığı bir kaç ülke var ve bu çocuk içi dışı dolu bir tecrübe yığını.. O anlattıkça dinliyorum.. Çok konuşuyor ama dinlettiriyor. Çok konuşup da dinlettirmek bence büyük bir sanattır. Bu çocuk onu başarıyor ve ben takdir ediyorum. Normalde çok konuşan insanların suratına genelde boş boş bakıp power rangers ve temel reisi düşünürken kafa sallarım. Ancak Rachid farklı, olağanüstü hikayeleri var.. Türkiye ‘deki yardımseverliği anlatırken, bir köyde adres sorduğunda polisin barikat çekip araçları durdurup adres sorduğunu anlattı.. Burdur’da 2 aydan fazla bir çiftlikte gönüllü işte çalıştığını söyleyince kendimi vay anasını demekten alıkoyamadım. Dünya’nın birçok yerinde uzun süreler kalmış ve bıkmamış hala yollarda Rachid.
İnsanlarla konuşmaktan, hostellerde tanışmaktan, aynı muhabbetlerden hiç bıkmamış, hep heyecanlı.. Aklıma Jack Kerouac ‘ın “Yolda” kitabından şu dizeler geliyor “Çünkü benim ilgimi çeken insanlar deli olanlardır. Yaşamak için deli olan, konuşmak için deli olan, herşeye aynı anda ihtiras duyan, hiçbir zaman esnemeyen ya da sıradan birşey söylemeyen, ama gece boyunca maytaplar gibi yanan, yanan, yanan..” Sevmiştim ben de Rachid’i. Masamızda başka insanlar da vardı. Kanada ‘lı, Singapur ‘lu ve Alman bir kız ile Amerikalı bir adam vardı. Konu konuyu açınca bugün ne yapacaksınız diye sordum, kendimin Batu mağaralarına gideceğimi söyledim. Amerika’lı Wilson da şehirdeki ilk günü olduğunu ve herhangi bir yeri benimle dolaşabileceğini söyledi. Kahvaltıdan bir saat sonrası için sözleştik ve odama çıktım.
Şimdi Wilson için özel bir parantez açmak istiyorum. Kendisi 42 yaşında eski bir diplomat. Başkent Washington’lı ve orada diplomat olarak çalışırken işinden istifa ediyor ve kendini yollara atıyor. Aylardır da geziyor. Yalnız kendi hakkında sorular sormadığınız sürece hiçbir bilgi vermiyor. Ne iş yaptığını vs hep ben sordum. Wilson zamanında Türkçe dersleri bile almış ve hala hatırladığı bir kaç cümle ve kelime vardı. Çok gizemli bir adamdı, ilk başta sadece bir iki soru sordum, mesleği ile ilgili, net cevaplar alamadığım için soru sormayı bıraktım.
Bir saat sonra hostelin kapısında buluştuk ve Kuala Lumpur ‘u bir günde bitirdik. Batu mağaralarını, tapınakları, camileri ve diğer yerleri akşama kadar beraber gezdik. Birşeyler yemek için çin marketinde bir yere oturduğumuzda ise Wilson ‘ın hayatımda ilk defa duyduğum bir alerjisi olduğunu öğrendim. Kendisinin un ve un ürünlerine alerjisi varmış.. Ekmek, makarna vs gibi un mahsülleri tüketirse vücudu tabiri caizse manyıyormuş. Şansına sipariş ettiği muzlu tatlı da unlu çıkınca yiyemeden kalktı zavallı koca adam. Akşam üzeri hostele vardık ve Mertle biraz sohbet ettikten sonra yattım uyudum. Ertesi gün yine Mert ile birlikte sadece öğle yemeği yemek için dışarı çıktık ve hemen yanı başımızdaki Petaling Street’e yol aldık. Şansımıza bu çin sokağında bedava noodle dağıtıyorlardı. Beraber bedava karnımızı doyurduktan sonra yemek üstüne sıcaktan mayışıp hostele döndük ve hala üzerimizden atamadığımız Sri Lanka yorgunluğunu hafifletmek için uzun uykular çektik. Bütün gün pinekledim dışarı çıkmadım..
Ertesi gün, bana yaklaşık bir ay öncesinden Couch Surfing’den mesaj atan Malezya ‘lı bir kızla buluşup gezecektik.. ve asıl Kuala Lumpur benim için yeni başlayacaktı.
Yine gezginlerle yaptığım keyifli bir geç kahvaltının ardından, Najwa arabası ile gelip beni hostelimden aldı. Beni daha önce gitmediğim yerlere götürdü ve gezdirirken Malezya hakkında çok değişik bilgiler verdi. Malezya çeşitli ırklardan oluşuyordu. Bunların en başta gelenleri; Malayler, Çinliler ve Hintliler. Malayler şehrin üst kesimi ve genelde iyi işlerde çalışan varlıklı kesim. Sonra Çinliler ve sonra garibim köri canavarı Hintliler. Malezya’da insanlar beyaz kalmak için yüzlerine krem ve pudra tarzı şeyler sürüyorlardı.. Çünkü beyaz olmak onlar için üstünlük belirtisiydi. “Yahu biz kararmak için güneşin altında saatlerce yatarız, çok da kasmasınlar” desem de, buradaki insanların fikirleri değişmeyecekti..
Najwa, 26 yaşında, bir avukat. Tam bir at tutkunu. Her gün at çiftliğine gidip atlarla oynayıp, ata binmeye bayılıyor ve onlarla ciddi şekilde aşk yaşıyor. Hayatımda gördüğüm en iyi kalpli kızlardan birisiydi kendisi. Akşam yemeği için beni bir yere götüreceğini söyledi. Kendisinin ve arkadaşlarının sürekli takıldığı, açık hava restorantlar bölgesine gittik. Geleneksel Malezya yemeklerinden sipariş ettik. Bu yemekler gerçekten benim damak tadıma hitap etmiyordu, ne kadar belli etmemeye çalışsam da beceremedim, yemekler yarım kaldı.. Najwa silip süpürdü. Sırf ben yemedim doymadım diye otururken yoldan geçen bir satıcıdan çaktırmadan iki koca paket cips tarzı şeyler aldı. Ayrıca gidip çaktırmadan da masanın hesabını ödemiş.. Ya böyle kızlar var mıydı? diyorum içimden. Hayatım boyunca ilk defa karşılaşıyorum da.. Her ne kadar ısrar ettiysem de benden para almadı.
Yemek yedikten sonra Kuala Lumpur ‘un canlı caddelerinde dolaşırken, benim bazı tropikal meyveleri denemediğimi öğrenince gidip meyve almaya kalkıştı ama bu sefer yakaladım ve meyveleri ben ısmarladım. Dünya tatlısı Najwa, çok akıllı, terbiyeli ve iyi kalpli bir insan olduğunu hemen gösteriyordu. Bütün gece dolaşıp eğlendikten sonra beni arabası ile hostelime bıraktı ve ertesi gün tekrar buluşmak üzere sözleştik.. Hostele döndüğümde o muazzam sırıtışı ile Amin beni kapıda bekliyordu. Hani Kemal Sunal (ruhu şaad olsun) ‘ın nedensiz meşhur gülümsemesi vardır ya, öyle gülüyordu Amin.
-OO Çataaayy. Nasılsın? Nere gidiyorsun? Nereden geliyorsun? Laptobun yanında mı? Yemek yedin mi? Rooftop’ta oturalım mı? Yarın ne yapacaksın? ısız acun kaldı mı felek öcün aldı mı…
Bu çocuğun Trabzon ‘lu olduğunu düşünmeye başladım.. (Trabzon’lu kardeşlerime saygılar..)
-Amin. Are you from Trabzon?
+Noo, i am from Iran my friend (meşhur sırıtması ile)
-Duş almam lazım kardeşim acil, yandım piştim, gelirim birazdan.
Dedim ve gelmedim. Yattım uyudum.. Ertesi gün Najwa yine gelip beni hostelimden aldı. Bu sefer bir arkadaşının da geleceğini söyledi. Kendi gibi çok iyi bir kız olan üniversiteden sınıf arkadaşı da bize katıldı. O arkadaşının başka bir Yemen ‘li arkadaşı da katılınca, ortam daha da şenlendi. Karnımız açtı ve açıkcası ben geleneksel birşey yemek istemiyordum. Yalnız bunu haliyle onlara söyleyemiyordum. Bir Çin restorantına gittik.. Benim yüzüm düşüktü.. Nasıl oldu bilmem Najwa anladı ve burasını ben pek sevmiyorum diyerek hepimizi kaldırdı oradan. Bana iyilik yapmak için çaktırmadan kendi sevmiyormuş gibi yaptı ve kalktık, yüzümdeki gülümsemeyi görünce de “sana kıyağım olsun” dercesine göz kırptı 😀
Yemen ‘li arkadaş çok sıcak kanlıydı ve ilerde bir arap restorantı olduğunu, gitmek isteyip istemediğimizi sordu. Ben Allaaah diyip gözümde dönen shawarmalar ile birlikte “hadi gidelim miiiii?” diye şirinlik yaptım. Hepsi tamam dedi.. Sonuçta mutfakları bizimkisiyle aynıydı, baharatlar, hafif yağlı, dumanlı off.. uzun zamandır hasrettim. Mükemmel bir yemek yedikten sonra oturup uzun uzun sohbet ettik dördümüz.. Daha sonra iki arkadaşı bir istasyona bırakıp, Najwa yine beni hostelime bıraktı. Ertesi gün öğlenleyin uçuşum vardı ve havalimanı 1.5 saat uzaklıktaydı.. Oraya gitmek de pek ucuz değildi. Najwa, beni hostelime bırakmak üzere araba kullanırken;
-İstersen ben yarın sabah seni havalimanına bırakabilirim.
+Yok artık, hayır hiç gerek yok. Uçuşum çok erken, ben otobüse atlar giderim, ne gerek var o saatte kalkmana.
-Hayır hiç önemi yok, lütfen ben bırakayım, benim için hiç zor değil zaten erken kalkıyorum.
+Gerçekten gerek yok Najwa, lütfen.
-Kaçta hostelde olayım?
Böyle bir insandı işte. Babamın “oğlum allah seni iyi insanlarla karşılaştırsın” duası gözlerimin önünden harf harf geçiyordu.. Ne güzel insanlar var dünyada diye düşündüm. Din, dil, ırk, renk, milliyet… o kadar önemsizleşiyor ki.. Yol bunu da öğretiyor. Okullarda bunları öğrenemezsiniz. Dünya ‘nın öbür ucunda hiç tanımadığınız Malezya ‘lı bir kız sabahın 6:30 ‘unda sırf sizi havalimanına bırakmak için kalkıyor ve 1.5 saat araba kullanıyor.. ve tekrar 1.5 saat araba kullanıp evine dönüyor.
Kuala Lumpur ‘dan ayrılırken..
Uçağa bindiğimde, havalanmasını beklediğim koca yığının camından dışarı bakarken duygulanıyorum. Heryerde yaşamak için can atan insanlar, yardım etmek için bekleyen hayatlar var.. Kalbiniz temiz olsun yeter ki, Allah iyi insanları iki farklı yoldan götürüp bir noktada birleştiriyor. Ve inanın tesadüf diye birşey yok.. Yazının başlığına aldanmayın, tesadüfe ve şansa inanmayan insanlardanım; her ne kadar tesadüf ve şans kelimelerini günlük hayatta alışkanlıktan dolayı kullanıyor olsam da .. kader vardır bir tek. Yol ‘a çıkmadan kaderimiz yerinde sayıyor, kullanılmayıp bozulan bir yoğurt gibi.. Malezya ‘yı düşünüyorum bulutlar gözüktükçe, yiyemediğim yemekler, gizemli Wilson, dostum Mert, ayaklı hayat Rachid ve diğerleri..
Kaderinizi keşfetmek, dünyanın güzel insanlarını hayat kitabınızın sayfalarına ekleyip daha etkileyici ve yaşanmış kalın bir kitaba sahip olmak için çıkın yola.. Çıkın ne olduğunu ve olacağını düşünmeden, hayat bütün acılarımıza rağmen güzel yaşamaya ve pes etmemeye değer.. 🙂
Kuala Lumpur Günlükleri- Aralık, 2017
Yeni yazılarınızı sabırsızlıkla bekliyoruz.. saygılar..
https://www.instagram.com/alirizba/