Sene 2012, Orta Avrupa’da havaların ısınmaya başlamasıyla aklıma değişik fikirler geliyordu. Prag’ta Erasmus öğrencisiydim yaklaşık 8 aydır Prag’taydım ve havalar ilk defa ısınmıştı. Akıl almaz gece hayatımız bizi yormaya başlamıştı ve artık canım farklı şeyler yapmak istiyordu. Hayatımın ilk otostop macerasının efsanevi olacağını henüz bilmiyordum.
İnternette gezinirken çok değişik güzel bir yer çarptı gözüme; “SLAPY“. Yaklaşık 30 sn fotoğrafa bakakaldıktan sonra; “vaaaaay” dedim gözlerimi açarak. Hemen arkadaşlarımı aradım. “Alex, Slapy diye bir yer varmış. Cennet! orda kızlar teklif ediyomuş” ikna etmek için biraz ballandırarak anlattım tabi. Alex benim Prag’ta yaşayan Ukraynalı arkadaşım. Kendisi hala en yakın arkadaşlarımdan birisidir. “Tamam, gidelim, hemen bizim çocukları toplayalım kampa gideriz!” dedi…
Facebook grubumuz vardı o zamanlar. Herkese haber saldım. Fıkra gibi toplandık; İtalyanı, Sloveni, Finlandiyalısı,Yunanı,Ukraynalısı,Rusu, Arnavutu.. vs. Hemen sonraki haftaya beyaz yaka misali Cuma-Pazar rezervasyon yaptırdık ve zamanın gelmesini bekledik.
Slapy‘e sadece otobüsle gidilebiliyormuş ve yol yaklaşık 2 saat sürüyormuş. Biz şen şakrak sırtçantalarımızla elimizde biralar hoplaya zıplaya gittik otobüse. Bu otobüsler bizim 500T misali çalışıyor, istanbullular bilir. Halk otobüsü gibi, yani durakta yolcuyu indirip basıp gidiyor. Bindik bu değişik Çek otobüsüne. Yaramaz çocuklar gibi en arka koltuğa oturdum, yanımda Alex ve Viktorya var. Bindikten yaklaşık 10 dakika sonra çişim geldi..
İlk başta fazla önemsemedim. Çocuk değiliz ya, tutarız zaten max iki saat sürecek.. Beş dakika sonra kasılmaya başladım. O kadar kötü durumdaydım ki anlatamam. Yanımda kız var, ben baskı yapmasın diye çaktırmadan pantolumun kemerini çözdüm. Muhabbet ediyorlar, bana da birşeyler anlatıyorlar falan ama nafile ben sadece kafa sallıyorum. aradan 20 dakika geçti ben ağzımı açmadım. Ettore ve Lauri ön taraftan dönüp “heheueuh napıyosunuz lan!” dediğinde yüzümü onlara doğru çevirdim. Kendimi sıkmaktan alnımda damarlar falan çıkmış kıpkırmızı bir vaziyette onlara bakınca korktular, önlerine döndüler.
Yaklaşık 40 dakikadır bu şekilde gitmeye çalışıyordum. Ağzımı hiç açmayarak, kemerim çözük vaziyette ve lanet otobüs bir kere bile durmadı. Alex’e dönüp ilk defa konuştum:
-Alex. Otobs..oto..otobüs ne zmn drcak? ahhhh…
+İyi misin bro? az kaldı bir sonraki durağa. Neden sordun?
-Acayip sıkıştım dayanamıyorum. İnicem ben şimdi beklemiycem durağı.
+NE??? Hayır saçmalama! Az kaldı Slapy’e. Sabret. Eğer inersen otobüs beklemez ve buralarda başka araç bulamazsın!
-Şuan yansın dünya ulan umrumda mı!
Camdan dışarı göz ucuyla baktım, hakikaten dağ başı.. insan yok.. çayır çimen tepe.. Ne yapcam diye düşünürken sağlam bir ağrı girdi kasığıma. Ayağa kalktım eğilerek ön kapıya şöföre doğru gidiyorum. Arkadaşlar bana bakıyor hep. “Çağatay nere gidiyor?” sesleri yankılanıyor. Ortamda çok kız var rezil olmamak için saklıyorum tabi. O anda Alex arkamdan:
-Hayır, Çağatay, dur az kaldı diyorum sana!
Arkamı dönüp ona bu saatten sonra ya herro ya merro anlamına gelen ingilizce birşey söyledim. Şöyle birşey dedim galiba “No guts, no glory”. O an “ulan keşke Türkçe bilsen bee nasıl çevircem bunu şimdi sana anasını satıyım” dedim içimden ve inşallah durumun ciddiyetini anlamıştır diyip atladım otobüsten dışarı. Bastı gitti otobüs koca yiğit.. Arkasına bile bakmadı zalımın gızı..
Eğilerek o çalılara koşuşumu bir ben bilirim bir de Allah. Yaklaşık 6 dakika aralıksız çalı suladım. Kemiklerim çözüldü. Hayatımda hiç bu kadar rahatlamamıştım. Otobüsün arkasından “siktir git! çok ta tırı iyi ki atlamışım ulan!” dedim bir yandan çalıları sulamaya devam ederken. Hayatımın en mutlu anı o fermuarı çektiğim andır. 8 kilo vermiş gibi hissettim. Sonra tabi gerçeklerle yüzleşme vakti gelmişti. Her iyinin bir kötüsü, her gülün bir dikeni vardır ya hani..
Şöyle bir yola doğru yürüdüm. Etrafta değil insan hayvan bile yok. İnsan olsa hani ingilizce bilmeyeceği kesin ama her türlü anlaşırım diyodum. Otostop çekmeyi düşünüyorum ama dediğim gibi in cin top oynuyor. Çöktüm yol kenarına, çantam da otobüste kalmıştı, onu arkadaşlar alırdı sorun yoktu. Bu arada çek hattı çok pahalı olduğu için ben dahil hiç bir erasmus arkadaş hat kullanmıyordu, yani birbirimizi arayamıyorduk.. 15 dakika öylece oturdum orda. Öğle saatleriydi ama ben geceyi burda nasıl geçirmeliyim diye düşünüyordum, etrafta yılansız faresiz bir toprak yer bulmaya çalıştım. Hala geçen bir araba yok. Yürümeye başlasam sabaha kadar yürürüm gibi geliyor, yollar inişli çıkışlı. Yarım saattir oradaydım, umudu kesip yol kenarına çöktüm tekrar.
Güneş tepede beni mayıştırdı, gözlerim kapanıyordu uykum geldi, hayal kurmaya başladım, dalmıştım. O anda bir motor sesi duydum uzaktan. Ayağa fırladım hemen heyecanla. Araba geliyordu, otostop çekmek için parmağımı kaldırdım, el işaretleri yaptım. Yüzümde güller açıyordu. Durmadı bastı gitti Allahsız..
İnanılmaz bir hayal kırıklığı ve moral bozukluğu oldu üzerimde. Sanırım ben otostop çekmeyi bilmiyorum dedim kendi kendime. Yaslandım bir kaya parçasına kurduğum hayallere devam ettim.. Nerede olduğumu bilmiyordum sonuçta, elimde Nokia’nın dandik bir telefonu var.. Yapacak hiçbir şey yok. Yarım saat daha geçmişti. Ara sıra güneşin etkisiyle uyukluyordum, gözümü açtığımda yanımdan kertenkele falan geçiyordu. Burada benden başka şeyler de yaşıyor diye kertenkele gördüğüme bile seviniyordum. Diyeceksiniz ki sanki Guatemala’da ormandasın. Ama gerçekten hayat belirtisi olmayan saçma sapan bir yerdi. Otostop çekmenin en zor olduğu yerlerden birisiydi. Hani araç geçmiyor ama geçse bile bu dağ başında otostopçunun ne işi var diyip korkup almazlar. Keşke fotoğraf çekebilecek birşey olsaydı yanımda da çekseydim.
Gözüm kapanıp açılıyordu, uyukluyordum.. Bir anda tekrar motor sesi geldi uzaklardan. Ayağa fırladım bu sefer durmazsa arabanın önüne atlamaya hazırdım. Araba uzaktan görüldü, inanılmaz külüstür bir arabaydı. Hemen Necmettin Erbakan gibi baş parmağımı kaldırdım. Araba bana 20 metre kala yavaşladı ve yanımda durdu. Eğildim kafamı uzattım, ingilizce biliyor musunuz diye sordum onlara.
Allahım bunlar nasıl tipler. Arabada 2 yetişkin erkek, bir kadın, bir 12 yaşlarında kız çocuğu ve bir de bebek var! hepsinin vücudu dövmelerle kaplı, boynu boğazı, eli kolu.. Şöför uzun saçlı adamın kulağının içi 6 santim açık siyah bir halka takmış bir ton piercing var vücudunda ve alnında dövmesi var.. 5 saniye içinde arabayı deli gibi süzdüm. 12 yaşlarındaki kız çocuğunun kolunda 10 santimlik dövme var.. Marilyn Manson kaçmış hepsinin içine..
Bana Çekçe cevap verip ingilizce bilmediğini söyledi direksiyondaki adam. Bende Çekçe birkaç cümle kurabilecek nitelikteydim ozaman. Çekçe bilmediğimi ama Slapy’e gitmem gerektiğini söyledim. Hemen atla arabaya dedi direksiyondaki adam. Fırladığım gibi atladım arka koltuğa.. İlk otostopumdu bu.. Son ses çekçe rap dinliyorlardı. Muhtemelen Ajdar dahil hayatımda dinlediğim en saçma müzikti bu. Arabadaki herkesi inceliyordum, hiç biri konuşmuyordu. Böyle bir konsantrasyon görmedim. Yani Uefa kupasını alan Galatasaray’ın o zamanki teknik direktörü Fatih Terim’in soyunma odasında futbolcuları tokatlarkenki konsantrasyonu var ya, bu da öyle birşeydi. Laos’taki keşişlerin sessizliği gibiydi.
Çekçe rap’e alışmıştım, artık kulağıma normal geliyordu. Öndeki adam seslendi. Bana mı diyor diye bakarken bir de ne göreyim! Önde oturan kadının kucağındaki bebeğin kolunda 3-4 cm büyüklüğünde dövme var! o an kendimi tutamayıp “saykomusunuz lan mq!” dedim Türkçe. Şöför çekçe “efendim?” anlamına gelen bir kelime söyledi. Cebimde gideceğimiz bungalow yerleşim merkezinin adresi vardı. Adresleri hep cebimde taşırım. Şöföre uzattım. “SLAPY! Jak se dostanu Slapy!” dedim. Bu kalıbı 8 ay boyunca sadece bir kez gittiğim çekçe dersinde öğrenmiştim. Slapy’e nasıl giderim demekti. Adam tabi çekçe devam etti hiçbirşey anlamadım. 20-30 dakikadır yoldaydık, beni gitmek istediğim yere ulaştırmak için elinden geleni yapıyordu.. Hatta bir kaç kez yanlış yere saptı ya da orası oldugunu düşündüğü yer yanlış çıktı ve yön değiştirdi.
Adam tamamen kendi rotasını değiştirmişti benim için. Bu arada çekçe rap tam gaz devam. Arada bebek ağlıyordu. Bebeğin ağlama sesi sanki rap şarkısına ahenk katıyordu. Hoşuma gitmeye başlamıştı. Tam bir saat dolandık. Halbuki yarım saatte varacağımız bir yerdi ancak adam ya kafası güzel olduğu için ya da adresi bilmediği için bulamıyordu. 1 saat oldu adam yolda durup camdan başka bir adama sordu. Bu arada yanımdaki 12 yaşındaki dövmeli kız sürekli bana bakıp sırıtıyordu. içimden allahım buna da mı içirdiler acaba diyip duruyorum. Beni istediğim yere götürdükleri için kıza gülümsemek zorunda kalıyordum, hani böyle yapmacık bir gülümseme.
Şöförden bir ses geldi sonunda. “Slapy” dedi. “Slapy ale ukonçete prosim a vystup anastup” falan işte böyle şeyler dedi. Bende “aaa hmm” falan dedim. Sonra nasıl olsa ingilizce anlamıyor ben neden Türkçe konuşmuyorum ki dedim kendi kendime. Başladım adama Türkçe konuşmaya.
“Bak şimdi usta, senin kafan güzel ben anladım, bebeğe falan da dövme yapmışsınız. Hiçbirine bişey demiyorum şimdi. Beni dağ başından aldın yardım etmeye çalışıyorsun. Delikanlı adamsın. Ama artık su falan iç kendine gel şu yarım saatlik yolu bir saat yaptın hala bulamadın, senin memleketin değil mi ulan burası!” dedim.
“Tak urcite kamo” yani “aynen kanka” anlamına gelen bir cümle kurdu. Ulan anladı mı bu beni diye tribe girdim. “Tak urcite kamo” benim az sayıdaki çek arkadaşlarımla şakalaşırken sürekli kullandığım bir kalıptı o yüzden anlamıştım. Arabada 12 yaşındaki kız haricinde kimse gülümsemiyordu, bir kere bile. Çok büyük ciddiyet vardı. Bebekte bile aynı ciddiyeti görebiliyordum.
“Alee, Alee Slapy” diye seslendi adam birden, baktım koca tabelada Slapy yazıyordu. “OH BE!” diye bağırdım birden. Bebeğin annesi döndü bana baktı şöyle bir. Çekçe çok teşekkür ettim onlara. Tam bir buçuk saatte beni oraya getirdiler. Kendi yollarından sapıp bana yardım edip zaman harcadılar. Tam arabadan inerken cebimden 20 TL ye eş değer 200 korun çıkarıp adama verdim ve “Bunla bira için, bebeğin üstüne de bir daha bişey çizmeyin” dedim bebeği işaret edip yazı yazma işareti yaparak.. Adam ilk defa orda güldü bastı kahkahayı parayı aldı ve bana teşekkür ettiler. Arabanın içine şöyle bir baktım. Diğer adam ve kadın da gülüyordu.. Ulan gülmek için inmemi mi beklediniz diye iç çektim. Küçük kıza baktım bu sefer bana gülmeyerek bakıyordu. Allah allaahh.. dedim döndüm önüme, koştum kapıya doğru.
Otostop sonrası Slapy’de Nasıl Karşılandım..
Arkadaşlarım beni içerde bekliyorlar bana doğru koştular..
-Neredesin ulan sen? (dedi Ettore)
+Uzun hikaye..
Sonra Çiğdem, İlke, Lauri, Iva, Elisavet, Alex hepsi geldiler. Nerdesin sen ya dediler.
-Çok çişim geldi otobüste inmek zorunda kaldım, otobüs te gitti. Baya bekledim araç geçmedi. Sonunda bir araba aldı. Görmeniz lazım! İçerde dövmeli piercingli çekçe rap dinleyen manyak tipler vardı. 12 yaşında kızın kolunda dövmesi vardı! Onu da geçtim, bebeğin kolunda dövme vardı!!
+Hasktr lan..
Çok yorgundum soğuk bir biraya ihtiyacım vardı, laf anlatacak takatim kalmamıştı onlara. “Hadi boşverin, gelin birşeyler içelim!” dedim onlara.
“Koca çantanı buraya kadar sırtımda taşıdım ulan!” dedi Alex 😀
Meğer Slapy’nin arka girişinde bırakıyormuş otobüs ve yaklaşık 40 dakika yürümek zorunda kalmışlar sırtında çantalarla o güneşte. İyi ki atlamışım dedim. Araba beni kapının önüne kadar bırakmıştı.. Göze hitap etmeyen alışık olmadığımız o tipler aslında ne güzel yüreklerdi, sırf beni getirmek için bir buçuk saat uğraştılar, tanımadıkları beni, kendi gidecekleri yeri umursamadılar. Çirkin görünümlü güzel insanlar..
Slapy’de unutamayacağımız iki gece geçirdik. Gece topladığımız odun ve çubuklarla bütün bir tavuğu kızartmaya çalışışımız hala hafızamda. Hayatımda içtiğim en güzel bira.. ve bir bira gurusu olarak iddia ediyorum dünyanın en güzel birası Slapy’dedir. Güzeller güzeli göl kenarında plaj voleybolu oynadık, bağırdık çağırdık şarkılar söyledik.. Aklımda dövmeli manyaklar ve o bebek vardı.. Yol dedim yine.. gitgide içimde büyüyordu tutkum. Hayatımın ilk otostop deneyimiydi ve böyle anılar bırakmıştı içimde.
Sonraki Yıllar…
Alex, Erasmus’tan sonra beni ziyarete İstanbul’a geldi, iki hafta boyunca bende kaldı, muhteşem zaman geçirdik. Bir sene sonra ben Ukrayna’ya gittim, Alex ile beraber onun ailesinde kaldık. Kendi çocukları gibi davrandılar bana. Lauri tam 3 kez İstanbul’a geldi. Toplamda iki ay benim evimde kaldı. Ettore de tam 3 kez İstanbul’a geldi.. 2016 senesinde Lauri ile birlikte İtalya turu yaptık ve Roma’da Ettore’nin evinde kaldık. Saymakla bitmeyecek unutulmaz anılar yaşadık. Şimdi herkes işinde gücünde ama biz yine manyaklık peşinde sürekli görüşüp buluşma planları yapıyoruz.
“Hayattayım, burada oturuyorum ve beni kimse rahatsız etmiyor diye düşündüm” derdi Bukowski. Ben o şekilde mutlu olmayı başaramadım. Rahatsız olmak istiyordum. Konforlu alanımdan çıkıp, konforsuz bir hayata dalmak.. Ancak o şekilde yaşadığımı hissedebilirdim. Tanımadığın birisinin kapısını tıklayıp su istemek gibi bir hayat istiyordum. Tehlikeli, ama daima heyecanlı..
İlginç bir yazı