7 Eylül 1990 doğumluyum. Sanırım gözümü açtığım ilk andan itibaren hep meraklı bir insan oldum. Hayatım boyunca farklı hobilerim oldu. Resim çizdim, futbol oynadım, gitar çaldım, fotoğraf çektim.. bunların hepsi hayata olan merakımdan kaynaklanıyordu. Dünya’ya diğer hiçbir birey gibi benim de yok yere gelmediğimi düşünüyordum. Bir hiçmişiz gibi yaşamak bana göre değildi. Keşfetmeliydim, koşmalıydım, nehirlere zıplamalıydım, dizimi kanatıp acısını tatmalıydım. Öyle de oldu, dikiş izlerini tattım, hatıralarla dolu acı-tatlı tecrübeler edindim. Yaşamak benim için sadece tatlı anılarla dolu bir yaşam sürmek değildi. Yaşamak isteyen insan bunun acısına da.. tatlısına da.. katlanmalıydı. Zira bir kaç yara iziniz olmadan kağıttan yapılmadığınızı anlayabilir misiniz? Bence anlayamazsınız. Anlayamayınca da sınırlarınızı zorlamadan yaşarsınız, yani yaşadığınızı hissedemezsiniz. Dünya Turu da benim için yaşamayı hissetmekti..
Bütün bunların konumuzla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Peki.. Hoş ve bol maceralı bir hayat sürerken birden ilk defa 18 şubat 2016 tarihinde kurumsal bir holding şirketinde, Satış Pazarlama Temsilcisi olarak işe başladım. Evet, artık beyaz yakalıydım. Aslında heyecanlıydım. Çünkü okuduk, askere gittik ve.. sigortalı işe girdik! Aksi beklenemezdi. Çünkü toplum baskısı, çünkü sistem bilinçaltı, çünkü herkes öyle yapıyordu. İlk kurumsal iş tecrübeme göre iyi bir şirkette iyi bir pozisyonda işe girmiştim. Ailem gurur duyuyordu artık. “Bizim Çağatay da holding’te çalışıyor..” komşulara akrabalara göğüs gererek anlatıyorlardı. Halbuki ben 22 yaşında kendi yaratıcılığımla istanbul’da dalında bir ilk olan markamı kurup o yaşta öğrenciyken günde 6bin tl para kazandığım gün bile benimle o kadar gurur duymuyorlardı.
Peki neden? Çok basit; Sistem. Her kul bir gün o sigortalı işi tadacak. Hayatın 9-6 düzenine girecek. Senin kim olduğun önemli değil çünkü sistem sana kim oldugunu söylüyor. Ailen işe girmeni istiyor. Kesinlikle ailemi suçlamıyorum. Onlar da öyle görmüşlerdi ki zaten ben işimi bırakıp Dünya Turu ‘na çıkacağımı söylediğimde bana sadece destek oldular. Sistem çarkı dışında birşeyi en yakınları çocuklarından duymuşlardı. Tabi ki her anne baba farklıdır ve bu yaşam tarzını onlara kabul ettirebilmek kolay değildir. Çoğu aile çocuğunun bir ay köpek gibi çalışıp 2.500TL maaş almasını daha iyi bulabilir, çünkü artık sigortalı işin vardır ve sen garanti yolu seçmişsindir.
Her neyse.. İşe başladıktan bir ay sonra beni kötü günlerin beklediğini anlamıştım. Anlattıkları beyaz-yaka muhabbetini iliklerime kadar hissetmiştim. Şirket içi entrikalar, birbirlerini çekememezlik, bitmek bilmeyen kavgalar, fesat, haset, kin, aç gözlülük, iki yüzlülük, bencillik, YAPMACIKLIK, gibi akıl almaz karakteristik özellikler havada uçuşuyordu. Ama ne yapabilirdim ki? Bütün arkadaşlarım, çevrem hepsi böyle bir işe girmiş çalışıyorlardı. Düşünceli günlerle nefret ettiğim bir hayatın içerisine girmiştim. Biraz daha açık anlatayım.
Sabah 6:30’da alarmımın bangır bangır çalması ile uyanıyordum. Hava henüz aydınlanmamışken, zorla ağzıma bir şeyler tıkıştırıp, bugün hangi gömleğimi giysem diye dolabımın önünde beklerken ayakta uykuya dalıyordum. 7:30’ta evden çıkmam gerekiyordu çünkü metroya 10 dakika yürüyüp, metroya bindikten sonra saat 8:10’da Merter durağından geçen servisimi yakalamam gerekiyordu. İş yerime giden herhangi bir toplu taşıt aracı yoktu. Anlaşılan stres ve telaş sabah erken saatlerde beni teslim alıyordu. Sabah 9:00’dan akşam 18:00’e kadar çalışıyordum. Masamda oturup bilgisayar önünde mailler, kağıtlar.. dört duvar arası, ezmeye çalışan müdürler.. egolar.. egolar.. egolar..akşama kadar. Akşam yine servis-metro-yürüyüş trafiğinden sonra 19:00’da eve varıp, yemeğimi yiyip üstümü değişip uzandığımda, uykuya dalmadan önce yaşamam için yaklaşık 2-3 saatim kalıyordu. O yorgunlukla televizyon izlemeye bile gücüm kalmıyordu 🙂
Tam bir sene böyle devam etti. Ne yapacağımı bilmiyordum, katlandım. Herhangi bir kariyer amacım yoktu çünkü hiç biri ilgimi çekmiyordu. Ara sıra yaptığım yurtdışı seyahatleriyle beynimi boşaltıp tazelenip işe dönüyordum. Bir kez bir müdürü boğazladığım ve ağzıma gelen her şeyi saydığım da oldu. İçimdeki tüm nefreti kustum. Kovulmadım çünkü maalesef ki haklıydım.
İlk olarak bir yaz günü iş yerimde hayallere dalmaya başladım. Bilgisayarımda daima googlemaps açık olurdu. Dünya haritasını ezbere çizebilirdim. Çeşitli kitaplar okumaya başladım, filmler izledim, ruhumu dinlendiriyordum. Çocukluğumdan beri içimde var olan yol tutkusunu dinginleyemiyordum.
Süreç Nasıl Gerçekleşti?
Bir haftasonu modern kölelikten biraz olsun uzaklaşabilmek için plaja gitmiştim. Denizi seyrederken uzaklara daldım. Çok sık yaptığım gibi içinde bulunduğum hayatı düşünüyordum.. Ne yapıyorum ben? Günlerim nasıl geçiyor? Neden sinir stresten egzemalarım çıkıyor? Midem ağrıyor? Ben 26 yaşındayım! diye bağırdım kendime. Ben altın çağımdayım. Hayatımı zindan etmem için ne sebep var? Kaybedeceğim ne var? Neden korkuyorum? Çok ilginç bir şekilde tükenmişliğim kendini huzura bıraktı. Dünya’da kimsenin ne düşündüğü artık benim umrumda değildi. Ben gerekirse aç kalıp, evsiz kalıp hayallerimin peşinden gitmeye yemin ettim ve çok az bir parayla da olsa Dünya Turu ‘na çıkmaya karar verdim.
O lanet robotik dünyada biraz para biriktirdikten sonra hayalime doğru yol alacaktım. Artık karar vermiştim. İş yerimde hiçbir şey canımı sıkamıyordu, çünkü bir hedefim vardı. Çünkü benim istediğim hayat buydu. Kimisi müzisyen olmak ister, kimisi ressam kimisi balet kimisi ise şair. Ben de bu yolu seçiyordum. Ne olduğumu, ne olacağımı bana yol öğretecekti. Artık ben yalın ayak toprakta koşacak, en derin sularda yüzecek, hayatım boyunca unutamayacağım maceralara yelken açacaktım. Ve ölüm beni almaya geldiğinde, ona gençliğimi dört duvar arasında bir bilgisayar başında geçirdim demektense, kanyonlardan atladım, motorsiklet sürdüm, okyanuslarda yüzdüm, dünyayı gördüm, heryerden arkadaşlar edindim, ben hatırlamaya değer bir hayat yaşadım diyecektim ona. İşte ben bu yüzden 20li yaşlarda altın çağımda modern bir köle olmaya karşı çıktım..
Ya siz?